adımlar,
yavaş yavaş yavaş hüzün taşıyor…
Baş önde, kaldırım taşlarının ağırlığını taşıyormuşcasına ve gözler bakıyor kaldırım taşlarına…
Kulaklar biraz önce çıkmış olduğu evde duyduğu o son sözleri mırıldanıyor tekrar tekrar…
Hafif esinti, ruhunun kızgınlığını söndürmeye çalışırcasına …
kulaklarındaki mırıltıları sustururcasına esen,
içinde isyan kopan ruhu sakinleştirmeye çalışıyor sanki…
göz kapaları hızla açılıp kapanıyor,
gecenin loşluğuna aldırmadan sırayla geçiyor sokak lambalarının altından,
esinti uzaktan kazım koyuncu şarkıları mırıldanmaya başlıyor…
yavaşça başını kaldırır gibi oluyor… nede olsa yalnızlığa defalarca şarkılar seslendirmiştir kazım abi… hemdekaldırım köşelerinde…
yağmur damlaları ince hissettirmeden damlıyor saçlarının beyazının arasına…
hiddetle çıkılmış yol pişmanlıkla sonlanmak üzere bir sokak lambası altında…
kim bilir ne zamandır yürüyor, yollar katediyor ve ne kadar uzakta şimdi…
ne kadar uzağa gidebilir ki insan…
“koş forrest koş” koşarak ne kadar uzaklaşabilir ki dününden , şu anından yada geleceğe attığı adımlardan insan…
oysa adımlarınla ilerlerken geleceğe doğru, nerede olduğunu hep bilmelisin…
bir sonraki adımı atarken, Bir önceki Adımın nereden geldiğini bilmelisin …
dudaklarından süzülen her kelime, yaptığın yolculuğu anlatmalı …
tabi her yolculuk anlamlı olmaz,
içinde barındırdığı acılarda anlarsın Onun değerini
kurtuluştur Aslında kelimeler
adımlar hızını kaybetti
önce sokak lambasının altında duraksadı sonra kendini gecenin karanlığına gizlemiş gölgelerle dolu bir ağaç dibinde bıraktı
yorgundu
yorgun…
ruhunun kızgınlığını söndürmeye çalışan esinti şimdi duygularını hissizleştirme eyleminde…
beden gece tek başına bir ağaç altında yalnızca kendine sarılır ve o an anlar insan
aslında iki kişinin dünyaya getirdiği tek başına bir hiçlik olduğunu…
sabaha karşı doğan güneşte aslında umut taşımaz insana ,
umut gece boyu buz tutmuş, hislerini kaybetmiştir.
Sabah güneşinin görevi ruhun hiçliğini aydınlatmasıdır…
kendi benliğine aitliğin başlangıcıdır yeni gün…
Aydınlanan gün içerisinde ruhun bedene verdiği telkinlerle, gülümsemeler ışık saçar etrafa…
oysa gecedir hiçliğin adı…
ne kadar ışıl ışıl, göz alıcı ol… bir yıldız zerreciği kadardır aydınlığın gecede…
güneşte olsan, tersine döndükten sonra dünya
hiç bir hükmün kalmaz karanlıklarda…
ve gecenin karanlığında tekrar bulursun kendini o ağaç altında…
her gün biraz daha yiterek…
Bilmem kaçıncı gündü..
hiçliğinin silikleştiği…
gözlerini araladı kendi hayatından sıyrılarak yolun karşısında
hayata karışmış diğer hayatları gözlerken…
ve o…
onu gördü…
tekrar mırıldanmaya başladı o son cümleler kulaklarında…
ama olsun…
Ne de güzeldi onu yeniden görmek.
Bir ağaç arkasına sinmis ruh ve gölgelere saklanıyordu belki
ama
onun ışıklar altında parlayan gözleri
ve dünyaya barış getirebilecek kadar, dünyanın yedi harikasindan da daha etkileyici olan o tebessümü görmek yanaklarında açan…
Daha ne isteyebilirdi ki..
“Tam da…” dedi…
“Of..
İç çekişlerinin tamda sırası…
Neden aynı evrende değiliz onunla…
O gösterişli ve şamatalı bir dünya da yaşarken ben nerdeyim…
Geldiğim yeri bile unuttum…”
Geldiği yeri bile unuttu..
hiç bir şey demeden gittiğinden beri
ilkkez
ama bu sefer uzaktan
izledi onu
kendi evreninde
onun dünyasını…
rüyalarda gelen karabasan çığlıklar gibi sesleniyordu içinden ona
ama o duymuyordu
ve sesi çıkmıyordu…
hiçlik
karanlığın içinde
ışığı çekti içine…
bir aşk daha kendini şamatalı, gösterişli hayata bıraktı…
bu hikayeyi de hiçbir bülbül şakımadı…
oğuzhan abdi oğuz…
yazmak için yazılan hikayeler serisi 1783
Tek yazımlık Hikayeler….